“Şiir benim göndere çekilmiş karanfilim…”

  1. Kırnapçı: Zonkişot Dergisi okurlarınıza kendinizi tanıtır mısınız?
  2. Kemal Hızıroğlu: 1949 Adapazarı doğumluyum. Babam bir işçi olduğundan ve onun çalışma mekân ve koşulları yüzünden ilkokulu İstanbul-Kasımpaşa’da, ortaokulu ise Adapazarı’nda bitirdim. Kendi ekonomik zorlukları nedeniyle liseyi okuyamayacağıma karar verdi ailem. Bu durumu öğretmenlerime söyledim ve onların çabalarıyla askeri lise sınavlarına girdim. Kuleli Askeri Lisesi’nden 1967 yılında mezun olduğumda askeri kontenjandan üniversite sınavlarına katıldım. Aynı yıl kazandığım İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1971’de teğmen rütbesiyle mezun oldum. 1980 yılına dek askeri okul ve kütüphanelerde asker-öğretmen olarak görev yaptım. 1980’de yüzbaşı rütbesindeyken THKP-C mahreçli (çıkış yerli) bir örgüte üye olma gerekçesiyle tutuklandım. 1984’te kanıt yetersizliğinden beraat etmeme karşın, TSK’nin kendi prosedür ve yasaları gereği ordudan ihraç edildim. 1985-1996 yılları arasında çeşitli parti, sendika ve dernekler için felsefe ve ekonomi-politik çeviriler yaptım. Sonrasında çeşitli vakıf, dernek ve sendikalarda kurduğum İngilizce atölyelerini yöneterek genç ve yeni çevirmenler yetiştirdim. Şimdilerde grup dersleri vererek ve yarı-gün çeviriler yaparak yaşamımı sürdürüyorum.

 

M.K.: Yazınsal üretiminizin önemli bir bölümü şiir alanında. Kendinizi tanımlamada şiirin yeri nedir?

A.K.H.: Sevgili arkadaşım, ben şairim. Bu nedenle üretimimin çoğu şiir alanında oldu, olacak. Şiir benim varoluş ve çığlık gerekçem… Şiir benim göndere çekilmiş karanfilim… Çok ciddi ve olumlu eleştiriler almasına karşın ‘Tabanımdaki Çamur’ adlı romanım, 1978’de bir pusuda vurularak katledilen kardeşime bir vefa borcumdan ibaret… Düzyazılar, denemeler, eleştiriler, kitap tanıtım yazıları da şiir yazma aşamalarımda mola yerlerim. Her şey şiire açılan bir tuğla gediği bulabilmek için… Şiirimin anlaşılmasını, bir değer biçilmesini, bir yere konuşlandırılmasını isterim elbet, ama bunlar olmuyorsa benim yapabileceğim bir şey yok. Edebiyat tarihi ve toplumsal bellek, gerekeni elbet yapacaktır, başka seçeneği de yok. Hile yapan edebiyat tarihçileri kendi çukurlarına gömülür gider. Şair, şairliğiyle bir yıldızdır evrenin derinliklerinde. Şiirlerini yok saysak ne ola ki, o bıkmadan usanmadan parlar durur, hem de ironik göz kırpmalarla…

 

M.K.: Şiirlerinizi dikkatlice okuduğumuzda sözcük seçimi, dize işçiliği, tema bütünlüğü, imgenin kullanımı gibi ayrıntıların iyi işlendiğini, titiz çalışıldığını görüyoruz. Şiire ilk başladığınız yıllardan günümüze şiirinizdeki bu gelişmeyi anlatır mısınız?

A.K.H.: Çok birikimli bir ilkokul öğretmenimiz vardı. Bütün öğrencilere hatıra defteri ya da günlük tutmalarını önerirdi. 50-60 kişilik sınıfta üç beş öğrenci onun önerisini değerlendirmiştik sanırım. Yanlış anımsamıyorsam 9 ya da 10 yaşındaydım ilk günlük tutmaya başladığımda. Ders kitaplarındaki –kendimce güzel bulduğum- şiirlerden alıntılar yapa yapa ‘şiir tutulması’na girdiğimi söyleyebilirim. O şiirlerden esinlenerek kendi şiirlerimi yazmaya başladığımda ise ilk okurum annemdi. Anlasa da anlamasa da, yavan ve çocuksu bulsa da müthiş destekliyordu beni. İşte o günlüklerime düştüğüm ve şiir zannettiğim yazılarla başladı her şey. Kahramanlık öyküleri de yazıyordum aklım sıra. Ortaokulda şiir ve kompozisyon yarışmalarındaki bütün ödülleri topluyor, arkadaşlarımca kendi adlarına sevgililerine mektuplar yazmaya zorlanıyor, Türkçe dersinde kopya vermekten yakalanıp duruyordum.

İlk şiirim 1962 yılında Adapazarı’nın ‘Gürses’ adlı gazetesinde yayımlandı. Bu gazeteyi emekli bir edebiyat öğretmeni çıkarıyordu. Büyük destekler verdi, beni yönlendirdi, şiiri daha çok sevdirdi. Okumam için evinden kitaplar getirirdi. Ailemin onca yoksulluğuna rağmen 12-13 yaşlarındaki bir çocuk olarak Adapazarı’nın en şanslı kişisi olduğumu (okumam için verilen) bu kitaplardan anlamıştım. Nazım Hikmet’i tanımak liseli yıllarıma nasip oldu. Ancak askeri lisede, Nazım (ve ardıllarını) okumak ve günce tutmak kesinlikle yasaktı. Nöbetçi subaylarınca kaç kez yakalandığımı ve ne kadar çok izinsizlik ve hapis cezası aldığımı anımsamıyorum bile. Günlüklerim ve şiirlerim yüzünden üniversite yıllarında ve subaylık dönemimde de büyük sıkıntılar çektim. Ama ilkokul dönemimden beri sürdürdüğüm günlük ve şiir sevdasından bugüne değin bir gün olsun vazgeçmedim.

Cezaevinden çıktığım 1984 yılından 1989’a kadar pek çok dergi ve gazetede yayımlanmıştı şiirlerim. Kitap çıkarmayı hiçbir zaman düşünmüyordum. Bir gün şair arkadaşım Ahmet Balkaya, Diyarbakır’da gerçekleştirilecek olan Cahit Sıtkı Tarancı şiir yarışmasından söz etmiş ve mutlaka katılmamı önermişti. “Para ödülü de var ağabey” derken yüzünde dolaşan çocuksu muzipliği hâlâ anımsarım. Yarışmalar ve seçici kurullar hakkında herhangi bir bilgim ve deneyimim olmadığından, katılmakta sakınca görmedim. Bugün olsa katılmayı düşünmeyeceğim bu yarışmada (1989-Cahit Sıtkı Tarancı) ikincilik ödülü aldım. Kitap yayımlamayı hayal bile etmiyordum. Ara sıra bazı dergilere şiir göndermenin dışında, daktiloda yazılmış şiirlerimi iç cebimde dolaştırmak ve dostlara okumak en sevdiğim eylem biçimiydi. Ancak ödülden sonra, “Hoşgeldin Dokunmaya” adlı dosyamı kendi olanaklarımla Eylül 1989’da kitaplaştırdım. 1992’de ikinci kitabım Akyüz Yayınevince çıkarıldı. Ve ardından 2005 yılına kadar çıkan tüm kitaplarımı, birinci ve ikinci basımları dahil olmak üzere, Akyüz bünyesinde açılan Tümzamanlar Yayıncılık çıkardı.

Aslında sorunuzda değindiğiniz sözcük seçimi, dize işçiliği, tema bütünlüğü, imgenin kullanımındaki titizliğim ilk kitabımdan son kitabıma kadar değişmeyen ve elbette ki değişmesi mümkün olmayan bir olgudur. Bana göre bir şairin şiirsel toplamı, daha adil bir dünyayı çağrıştırmıyorsa, eksi(k)ler toplamıdır. Şiirlerimde dış yapılar, temalar, imlenenler değişse de; şiirimin biçim, öz ve içeriği (ve dolayısıyla ana izlekler) asla değişmemiştir. İçselleştirilmiş şekilde adil bir dünya ve özgür insan özlemi bütün şiirlerimde vardır. İmgelerimin kesinlikle ‘güzel insan’ı çağrıştırdığını düşünüyorum. Çünkü içinde insan geçmese bile bütün şiirler insan içindir.

 

M.K.: Üretken bir şair olduğunuzu söyleyebiliriz. Dergilerde sıkça yer almanız ve yayınladığınız şiir kitaplarının sayısı bunu gösteriyor. Dergilerin şiire bakışı, yayınevlerinin şiir kitaplarına karşı tutumu ve özellikle büyük şehirlerdeki şair kümelenmeleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz. Söyleyeceklerinize, şiir seçkileriyle ilgili saptamalarınızı da eklerseniz seviniriz.

A.K.H.: Salt ‘şiir dergisi’ olanları ayrı tutarak söylersek,  bütün dergilerin şiire bakışı olumsuzdur. Tabi burada magazin dergilerinden değil; ne yazık ki edebiyat, kültür ve sanat dergilerinden söz ediyorum. Şiir bu dergilerde bile boşluk doldurma yeridir. Hemen tüm dergiler bu boşlukları doldururken, şiirlerin güzelliğinden çok şairlerin adına ve ününe bakar. Hatır gönül, dost ahbap, yakın uzak ilişkilerini söylemeye gerek yok sanırım. Böyle gelmiş böyle gidiyor, çünkü bunun genetik biçimlenmeleri var, bilinçaltı hükümleri var, narsislik gerekçeleri var… Yayınevlerinin şiir kitaplarına karşı tutumu, olumsuz değil nerdeyse düşmancadır. Edebiyat ortamını ele geçirmiş büyük kapitalist yayınevleri bile şiir kitabı basarken ikirciklidir. Hangi şairin kitabının daha fazla kâr getireceğine bakar. Çünkü kitap onlar için bir meta parçasıdır; üretilir, tanıtılır, satılır ve kâr edilir.

Büyük şehirlerdeki şair kümelenmeleri hakkında –duyduklarımın dışında- pek fazla bir şey bildiğimi söyleyemem. Ankara ve İzmir’i şehir olarak bile tanımıyorum. İstanbul’a gelince… Evet, bu şehir salt sanat, kültür, bilim ve edebiyatın değil, bütün istatistiklerin, erklerin, karmaşanın da dukalığıdır. Dukalıkta yaşayan şairlerin -birkaç istisna dışında- tümü köy ve kasaba çıkışlıdır. Buna rağmen Anadolu’nun o güzelim köy ve kasabaları çarçabuk unutulup, küresel metropol olan İstanbul Dukalığı’nın vatandaşı olmaya soyunulmuştur. Küçük şehirlerdeki gibi burada da şair kümelenmeleri vardır. Hatta bazı şairlerin etrafında klânlar oluşmuştur. Her insanın, her meslek grubunun, her hemşerinin böylesi bir omuzlaşma gereksinimi olduğunu elbette düşünüyorum. Ancak şairler, kendi şiir dağlarının doruklarında, seçtikleri bilinçli yalnızlıkla yaşamak zorunda olduklarını unuturlarsa, yaşam biçimlerinin birbirine benzemesi yüzünden, şiirlerinin benzemesinden de kurtulamayacaklardır. Yıllık ve dergilere baktığımızda bunu açıkça görürüz. Kimi şairlerin şiirlerini yan yana getirip, altındaki adları sildiğimizde hangi şiirin hangi şaire ait olduğunu anlayamayız. Birbirinden etkilenme, ortak izlekler kullanma, dolaylı intihal kaçınılmaz hale gelir. Aynı gıdadan beslenen, birikim düzeyleri birbirine yakın insanların yaşam biçimleri de aynı olunca, düşünce sistemleri de benzeşmeye başlıyor. Genelde sanatçılar, özelde şairler nesnel olanı imgelemlerinde soyutlayarak dönüştürürken tamamen yalnız olmaları gereken kişilerdir. Sanatçı ve şair kalmak istiyorlarsa başka seçenekleri de yoktur.

Antolojiler, yıllıklar ve şiir seçkileri için vaktiyle dergilerde birkaç eleştiri yazım yayımlanmıştı. Başkalarınca da çok şey yazıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın “garp cephesinde yeni bir şey yok” demek zorunda kalıyoruz. Yine de ve inatla birkaç şey söyleyebilirim: Seçkileri bir ya da iki şair hazırladığı zaman, bu seçkinin öznel bir beğeniden öteye geçemeyeceğini bilmekte yarar var. Seçkiyi düzenleyen şair (ya da şairler), öznel beğenileri dışında düşünmeye çalıştıklarını (nesnel olduklarını) uzun uzun yazsalar bile, bu yazıları da özneldir. Aslında bu görevi onlara kim vermektedir? Sorulması gereken ilk ve temel soru budur ve yanıtsızdır. Antoloji, yıllık ve seçkiler bana göre, her yıl ya da hangi dönemde çıkarılacaksa o dönem (üyeleri yeniden seçilecek olan) özerk bir kurulca hazırlanıp yayımlanmalıdır. Bu kurulda akademisyenler, eleştirmenler, sanat dallarından temsilciler, şairler ve sıkı şiir okurları olmalıdır. Kurulun oluşturulması, seçimleri, toplanma zamanları için başta yazar örgütleri olmak üzere pek çok kültür-sanat oluşumu devreye girerek bir yönetmelik hazırlayabilir. Böylesi uygulamalar en azından nesnelliği arttıracaktır. Bugün için seçkilere alınmış şiir sayısı kadar dışarıda kalmış şiir vardır ve açıkçası ülkemizin şiir dünyası sessiz sedasız sabote edilmektedir.

 

M.K.: Ben sizi “Toplumcu gerçekçi” şiirler yazan bir şair olarak tanımlıyorum. Şiirlerinize baktığımızda bu duyarlılığı görüyoruz. Şiirlerinizi yazarken sizi o dizeleri yazmaya iten etkilerin neler olduğunu öğrenebilir miyiz?

A.K.H.: Şair, her şeyden önce şair olmalı ve şiir yazmalıdır. Şairin ideolojisi –kendisi istese de istemese de- şiirinde içselleştirilecektir. Ancak bir şiir, bir sanat eseridir ve bu eserden beklenen bütün özellikleri taşımalıdır. Yani yazdığımız öncelikle şiir olmalıdır. Ölçülü, uyaklı, ideolojik göndermeli, sloganlarla yüklenmiş bir manzumeyi aşmak zorundadır yani. Diğer sanat eserlerinde de böyledir bu… Yıllar önce davet edildiğim bir etkinlikte, arkadaşlar bana şehri gezdiriyorlardı. Bir parkta şu an adını anımsayamadığım bir sanatçının yaptığı işçi eli yontusunu göstermişlerdi. Öncelikle elin el olup olmadığına bakmıştım, sonra işçi elindeki nasırlı emek ayrıntılarına… Bir yontu önce yontu olmalıdır sözün kısası. Güzel bir yontu doğal olarak kendine baktıracağından, ayrıntıları yakalama olanağımız çoğalır.

Elbette toplumcu-gerçekçi bir şairim. (Zonkişot dergisinin 13.sayısında “Toplumcu Gerçekçilik ve Sanat” adlı yazımda toplumcu-gerçekçi sanatın uzun uzadıya tanımını yaptığımdan burada ayrıntılara girmek istemiyorum.) Ülkemizdeki bütün toplumcu-gerçekçi şairleri ve yazarları da ilgiyle okuyorum. Adalet, özgürlük, insan hakları, dayanışma ve silahlardan arınmış bir dünya düşü ile yazıyorum. ‘Ben’ini sağaltma gerekçesiyle yazan (yani kusan) şairler dışında bütün şairleri ciddiye aldığımı söyleyebilirim. Sağ görüşlü ya da dinsel eğretilemelere sığınmış dinci şairleri de okuyor ve tanrıya şirk olurum korkusuyla arzu ettikleri gibi yazamadıklarını düşünüyorum. Genel bir deyişle söylersek, ben’ine kilitlenmiş şairlerin dışında kalan bütün has şairler muhaliftir, devrimcidir, öfkelidir. Bu, şairin ve şiirin doğası gereğidir.

 

M.K.: Ülkemizin ve toplumumuzun içinden geçtiği siyasal süreçte en çok örselenen, itilip kakılan, dışlanan ve bedel ödeyen kesiminin her zaman olduğu gibi toplumsal duyarlılığı olan sanatçılar olduğunu görüyoruz. Bir yazarın, bir şairin toplumuna karşı duyarlılığı nedir? Sizce sanatçı yaşanan sürecin neresinde konumlanmalıdır?

A.K.H.: Sadece içinden geçtiğimiz süreçte değil, tarihin başından sonuna tüm süreçlerde sanatçı örselenmiş, itilip kakılmış, dışlanmış ve bedel ödemiş kişidir. Çünkü muhaliftir, çünkü adaletten, insandan, özgürlükten, haktan yanadır. Bu gerekçeler, erk karşısında düşman bellenmesine yeter de artar bile. Eski ya da çağdaş monarşi ve oligarşilerde sanatçılar, ilk donanımlı düşman olarak ilan edilmişlerdir. Üstelik ölüleri bile tehlikelidir. Adları kitaplardan silinir, eserleri yakılır yine de onlardan kurtulmayı beceremezler.

Demokrasilerde de erkin sanatçıya bakış açısı pek değişmez. Bu kez yandaş sanatçı aranır. Pohpohlayan, yalaka, yavşak, asalak, dalkavuk, dönek tipler revaçta olur. Önünde sonunda bunların sanatçı olmadıkları anlaşılır, ancak erk onlardan gerektiğince yararlanmıştır. Bu tür sanatçıları erk silip atmasa, sanat tarihi silip atacaktır zaten. Spekülatör bir tüccar gibi zenginlik içinde yaşayıp ölmüş zavallı tipler olarak görüyorum onları…

Sözün özü sanatçı, yaşanan tüm süreçlerin en direngen, en onurlu ve en acı dolu noktalarında taht kurmuş insandır. Bir de ironi yapalım isterseniz: Bu direnç, onur ve acıdan oluşmuş tahtta bile rahat oturamaz sanatçı. Kendinden daha onurlusuna yer açmak ve muhalefetini sürdürebilmek için, oturduğu tahtın altını oymaya başlayan ilk kişi de kendisi olur.

 

M.K.: Zaman hızla akıp geçiyor. Bizlerden geriye yarattığımız ürünler kalacak. Kalacak ama çarpık toplumsal örgü, ürünün doğru zamanda, doğru adrese gitmesini de engelliyor. Ben kendi adıma söylersem, kimi kez kendimi kontrolsüzce duvara doğru giden bir kamyonun etkisiz bir elemanı gibi görüyorum. Siz, bir şair olarak, şiirlerinizin ve kişi olarak A. Kemal Hızıroğlu’nun toplumda yeterince etkili olduğunu, farkında olunduğunuzu düşünüyor musunuz?

A.K.H.: Küresel ve neo-emperyalist bir çağda yaşıyoruz dostum. Sanat eserlerinin tümünü metaya (ticaret malına) dönüştüren bir çağ bu. Şair olarak bunu biliyorum elbet. Ama bu durum beni yazmaktan alıkoyamaz, koymamalı. Şairim ve şiir yazmalıyım. Bazen bırakayım diyorum şiiri, yazmaları… Ama gerçekten şiir beni bırakmıyor. Elimin kalem tutacağı son güne dek yazacağımı biliyorum. Belki de onurlu bir hastalıktır bu, kim bilir…

Bir gün İstanbul’da ünlü bir şair arkadaş bana şöyle demişti: “Ben şiiri önce kendim için, sonra da diğer şairler için yazıyorum.”  Masada şaşırıp kalmıştım. O gün epeyce tartıştığımızı anımsıyorum. Ama aradan bir müddet geçtikten sonra ona hak verdiğimi anladım. Çünkü o, şiirlerini imge mutfağı olarak kullanan ve bu mutfaktan iyi bir yemek çıkaramayan şairlerden biriydi. Üstelik ta Adam Sanat yıllıklarından bu yana bütün yıllıklarda yer buluyordu. Mastürbasyon yöntemi amacına ulaşmıştı. Derdi, şairler arasında şair olarak anılmaktı. Ama ben zevkle okuduğum bir tek şiirini bile anımsamıyorum.

Gelelim Hızıroğlu’na… Toplumda yeterince etkili mi, farkında olunan bir şair mi? Değildir elbet, çünkü tecimsel çağ bunu engeller. Ancak küçük mutluluklarım var bu konuda. Genç şair adayları durmadan şiir dosyalarını gönderiyorlar, okuyup değerlendirmem için. Didim’e geldim, dosyalar ardımdan geliyor. İnternette dolaşan bazı şiirlerim kimi şiir severlerin sitelerine alınıyor. Anadolu’nun değişik il ve ilçelerinde bazı ortaokul ve lise öğrencileri benim şiirlerimle ‘şiir okuma’ yarışmalarına katılıyor ve ödül alıyorlar. İstanbul’da kendim görmüştüm, kimi duvarlarda şiirlerimden dörtlükler yazılmış; kırmızı, mavi, yeşil boyalarla. Anadolu’nun kimi şehirlerinde de böylesi yazılar olduğunu oradaki şair arkadaşlar söylemişti.

İlginç bir olayla bitireyim bu bölümü… Haziran 1996’da Aliye Nedret Karabulutgil mahlasıyla ‘Ebrucu’ adlı bir şiir kitabı çıkarmıştım. Çıkarmıştım diyorum, çünkü Yarımca’da ‘Körfezin Sesi’ adlı bir yerel gazetenin matbaasında kendi olanaklarımla 400 adet bastırtmış ve o sıralar İzmit-Değirmendere’de oturduğumdan İzmit ve ilçelerindeki dostlara hediye olarak dağıtılmasını sağlamıştım. Neden bu mahlas? Pek çok gerekçesi var, burada anlatılamayacak denli çok hem de…  Ancak sonuçta 400 kitaptı ve bugün hâlâ elimde nerdeyse 100 tanesi durduğuna göre, 1996’dan bugüne toplam 300 kitap dağıtılmış.

Nasılsa bu mahlası ve kitabı kimse bilmiyor diyerek, yıllar sonra (2008 ve 2009’larda) içindeki şiirlerden bazılarını kimi dergilere gönderdim. Gönderdiklerimin tümü yayımlandı. Bir gün Kartal’da bir çay bahçesinde otururken, üç beş genç geldi masama. Ellerinde kapağı yırtık ‘Ebrucu’ vardı. “Hocam, bu Aliye Nedret kim, sizin falanca dergilerde çıkan şiirleriniz onun kitabından alınma. Size yakıştıramadık, merak ettik, Aliye Nedret’in şiirlerini kendi şiiriniz gibi niye kullanıyorsunuz?” dediler. Onlara durumu anlattım ve 2009’da yayımlanan İnsan Neresi adlı kitabımın tanıtım bölümünde bu kitabın bana ait olduğunu yazmak zorunda kaldım. Ayrıca ertesi gün o çocukların her birine kapağı yırtık olmayan ‘Ebrucu’ kitaplarından hediye ettim. ‘Trajedi Koğuşu’ adlı kitabımda da bu mahlas görülür. Bundan sonraki kitaplarımda da zorunlu olarak yazılacak demektir. Sonuçta, iyi şiir okurlarının hiçbir şeyi kaçırmadığına, Aziz Kemal’i de Aliye Nedret’i (!) de izlediklerine tanık oldum. Ünlü ve medyatik olmak gibi bir derdi olmayan bir şairin küçük sevinçleri bunlar… Görsel ve yazılı medyada görünmeyi hiç istemem. Buralarda görünmek olumsuzluğun ve üretimsizliğin ilk göstergeleridir.  Çünkü o şair artık şiiri değil, ünü düşünmek zorunda kalır ve biter. Televizyon ve gazetelerde bunun örneklerini sıkça görmekteyiz…

 

M.K.: Didim’e yerleştiniz. İstanbul sizi attı mı, siz İstanbul’u terk ettiniz mi? Bizim taşradan gördüğümüz İstanbul’la, içinde yaşanan İstanbul aynı İstanbul mu?

A.K.H.: Evet, Didim’e yerleştim dostum. Ama İstanbul beni atmadı, onu ben terk ettim. Dünyanın hiçbir kenti bir şairi atamaz. Şair isterse köprü altlarının dubalarında, yoksul mahallelerde, garlarda, varoşlarda yaşamını ve şiirsel varsıllığını sürdürür. Tabi ki sizin sorunuzdaki ironi bu değil. Evet, İstanbul toplumcu-gerçekçi şairlerinin çoğunu yitirmiş, erklerle pazarlık ve dayanışma içinde olan şairlerce istila edilmiş bir kent. Bu kentin hâlâ bir Güngör Gençay’ı, H.Hüseyin Yalvaç’ı, Hakan Sürsal’ı, İlhan Büyükcebeci’si, Aynur Özbek Uluç’u, Eşref Karadağ’ı, Taner Cindoruk’u, A.Ertan Mısırlı’sı, Ruhan Mavruk’u, Melahat Babalık’ı ve daha pek çok şairi var elbet. Var ama bu saydıklarım İstanbul Kültür Başkenti adlı şehirde bir etkinlik söz konusu olduğunda akla gelmeyen isimlerdir.

Taşradan görünen İstanbul ile içinde yaşanan İstanbul pek farklı değil. Bu tespitimde yanılıyor da olabilirim. Çünkü ben İstanbul’da yaşarken bir taşralı gibiydim. Kartal’da bir kıyıda oturuyor ve dukalık etkinliklerini sizler gibi medyadan ya da internetten izliyordum. Şiir çizginiz oturmuşsa ve kimseye yaranma derdiniz yoksa sizi sevmeyeceklerdir. Bundan daha doğal ne olabilir ki…  Ahbap çavuş ilişkilerine yanaşmıyorsanız etkinliklere niçin davet edileceksiniz? Kütüphanemdeki kitaplarla, kendi şiir kitaplarımla, şiirlerimle, okumalarım ve yazmalarımla İstanbul’da nasıl yaşıyorsam Didim’de de aynı yaşıyorum. Özgür, bağımsız ve bir sancak beyi gibi… Bey ki, beyliği de uyrukluğu da kendi içinde.

 

M.K.: Sanatsal üretimlerinizle ilgili önümüzdeki süreçte yapmayı düşündüğünüz çalışmalar nelerdir? Hangi dosyalar kitaplaşıp gün yüzüne çıkacak?

A.K.H.: Elimde iki şiir, bir deneme, bir de günlükler dosyası var. Bir çırpıda Yapı Kredi’ye (!) gönderip yayımlayacak halimiz yok elbette. Medyatik olmayan ve çok satmayan bir şair ya da yazarın uzun bekleme süreçleri vardır. Bekler ha bekler, gün gelir geç de olsa yayımlanır ürünleri. Umut eder ki ölmeden yayımlansın hepsi. Ama bizim gibilerin ölmeleri halinde, çalışma odasının bir kenarında yayımlanmamış birkaç dosyası mutlaka bulunur. Bu dosyaların en büyük dostları toz ve unutulmaktır. Şairlik de biraz bu galiba, bunları bile bile yazmak ha yazmak… Gün gelir, birileri bulur, tozları üfler, güzellik ve özgürlükle ilgili bir çağrışım yakalar umuduyla…

 

M.K.: Sorularımıza verdiğiniz içtenlikli yanıtlar için teşekkür ederiz.

A.K.H.: Ben teşekkür ederim sevgili şairim. Sizi de ilgi ve beğeniyle okuduğumu, iyi bir okurunuz olduğumu bilin lütfen. Zonkişot da sıkı bir dergi, yolu hep açık olsun…

                                                                                                             (27 Mayıs 2011)

                                                                                                                             

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *