BU KONAK NEREYE GİTTİ?
BU KONAK NEREYE GİTTİ?
Olmayan bir konak, “varmış gibi” yapıldı bu şehirde! Olan bir konak hoyratça yıkıldı!
Paylaşımdaki iki fotoğrafı yan yana koyuyorum; dikkatli bakın! Şimdi bu konak yerinde yok! Arazi sancılı bir süreç sonunda el değiştirdi. İmzaların atıldığı günün ertesinde ilk iş olarak bu konak yıkılıp yok edildi. Ve bir şehrin önemli bir tanıklığı öldü!
Mülkiyet tapuyla mükelleftir! Alanı ve satanı ilgilendirir ama kimi kez onu da aşan bir aidiyet vardır. Ve aidiyet kamusaldır! Bana göre bu şehrin tarihi açısından hiç de yabana atılmayacak bir kamusal alan hafızalardan silindi.
Neden? Mülkün önceki sahibi dostumla kimi önemli ayrıntıları söyleştik üç beş kez. Nasıl üzüldüğümü, içime nasıl bir sancının çöreklendiğini anlatamam. Yazık oldu Çaycuma’ya! Birçok alanda, birçok şekilde yazık oluyor! Vefa, kadir kıymet, şehrin tarihini sahiplenmek…
Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar! Kalan soru ve yanıtları okuyucuya bırakıyorum!
YAZMAK; KİM İÇİN?
Önemli bir soru bu! İnsan neden yazar? Yazarlara en çok sorulan birkaç sorudan biridir bu. Yanıt muhteliftir! Kimi, yazmanın bir yaşam biçimi olduğunu söyler. Kimi, gelecek kuşaklara iz bırakmak için yazdığını söyler. Bu soruyu bana sorarsanız, ölümden korktuğum için yazdığımı söyleyebilirim. Tümceyi yanlış algılamanızı istemem. “Ölmekten” değil, “ölümden” korktuğum için!
Bu dünyadan hiçbirimiz sağ çıkamayacağımıza göre, ölmek umurumda bile değil. Benim sözünü ettiğim korku, ölüm, yani yok oluştur. Sanırım, yazdıklarım yarınlara kalınca ölümden intikam almış olup onun bana kurduğu yazgıyı bertaraf etmiş olacağım! Beyhudedir elbette bu! Hem de çok ama çok zor, meşakkatli bir yol! Yazarak yarınlara bırakılan ürünler ortalamanın çok çok üzerinde olup klasikleşmesi gerek ki ölüm sonrası yaşayasın! Yoksa suya yazıdır heveslenilen.
Neyse… Durup dururken içinizi karartmayayım. Ölüm gelir; sefa gelir, hoş gelir! Nicelerinin başardığı ölmeyi ben mi başaramayacağım? Vız gelir, tırıs gider!
Bu arada, ölümden en çok korkanların varsıllar olduğunu not edelim. Adamcıklar, kadıncıklar korkmasın da ne yapsın? Düşünsenize, yaşı kemale erip artık pörsümüş ve bankada milyarlarca lira parası var! Arsalar, tapular falan… Ve o koca ömrü bunlar için harcamış! Ecel gelip dayanmış kapıya… Vah ki ona!
BİZ SİYAH BEYAZ KUŞAĞIZ!
Kırmızı güllerin önünde durup fotoğraf çektirirdik. Bizim çiçekler siyah beyaz olurdu! Masmavi denizi fotoğraflarda gök maviye boyayamazdık! Dalgalar siyah beyaz!
Efsane bir kuşaktı o siyah beyaz fotoğrafların kahramanları! Devrimci, demokrat, aydın ve moderndik! Geceler gece, gündüzler bir uzun yoldu bizim için! Bayrak olur direğe çekilir, kulaç olur suları yarardık! Severdik içimiz erirdi. Venseremos da dinlerdik, Ferdi Tayfur da! Cüneyt Arkın’la kaleler fetheder, Sofya Radyosu dinlerken Nikaragua dağlarına, Sandinista gerillalarına uzanırdık!
Yandaki fotoğrafta beni aramayın. Ben yoğum! İçinde ben olan fotoğraf kontenjanımı aştım. Ne ki tanıdıklarınız çıkacaktır. Yıl 1977 ve yer Gökçebey, gördüklerinizin hepsi Çaycumalı! Haydi gerisini size bırakıyorum…
ALAMANYA BEYLERİ!
“Bir adımız Alamanya beyleri / Bir adımız Anadolu yabanı / Döner şeritlere dişli çark olduk / Daha bırakmadan karasabanı!”
Zülfü Livaneli, Selda Bağcan, Yüksel Özkasap, Ali Avaz, Ali Ercan ve daha niceleri!
Alamanya’ya giden tornaya girer, eğilip bükülüp yontulurdu! Bir sümüklü kız gider, bir güzel prenses gelirdi! Bir şaşı göz gider, bir Alain Delon gelirdi!
Alamanya beyleri, arabalarıyla gelmeye başladıklarında düş dünyamız da kabarırdı. Neler anlatmazdı ki gelenler! Neler getirmezlerdi ki gelirken! Bez mendil gidip kâğıt mendil geldiğinde değişti her şey! “Yarını olmayan günlere düştük” diyordu Yüksel Özkasap! Oysa bizim için yarın demek, doğrudan Alamanya demekti. Yarını olmayan bizim yaşadığımızdı! Alamanya’nın hepimizi alıp götüremeyeceğini anladığımızda devrim türküleri söylemeye başladık!
Biz Alamanya’ya gidemiyorsak, ülkemizi Alamanya yapacaktık!
Yapamadık! Faşizm ve tetikçileri, bu toprakların sömürücüleri gök ekin biçer gibi biçti bizim kuşağı! Çölleştik! O türküler kaldı geriye. İçinde hüzün olan yakımlar!
SİLMEYE KIYAMADIĞIM…
Silmeye kıyamadığım karikatürlerdendir gördüğünüz! “Biz o yıllarda…” diye söze başlayıp oturduğu masada sosyalizm rüzgârı estiren çakma devrimcileri anımsatır bana. Saati 12 Eylül 1980’de durmuş bizim kuşağın kılıç artıklarını! Kırpıp kırpıp düzenin çarklarına atılan yıldızlardır onlar! En demokratının üstünü biraz kaşıyın, altından Kürt düşmanlığı çıkar! En demokratı, yekdiğerini susturmak, engellemek yarışında faşistlerden geri kalmaz! Sorsan her biri birer Galileo, birer Che’dir! Enternasyonel Marşının bırak ezgisini, adını unutmuştur!
Silmeye kıyamadığım fotoğraflar da var belgeliğimde! Uşaklığını yaptığı adam (!) önde, o arkada! Üzerinde et, balık, salata ve rakı bulunan masanın hesabını ödeyen öndekidir! Masadaki diğerleri payandalarıdır! Öndeki dışında hepsi silme devrimci, komünist, ilerici ve demokrattır!
Silmeye kıyamadıklarımı sile sile yürüyorum ahir ömrümün son demlerini! Ve her defasında biraz daha rahatlayıp gereksiz yükten kurtulmanın erincini yaşıyorum! Meğer siz, ciğeri beş para etmeyen karaktersizlermişsiniz de ben size gereğinden çok paha biçmişim!
Komşunun arabasının altını kendine mekân edinen uzun tüylü sokak köpeğine “Paçal” adını koyduğumu yazmıştım. Kimi kez Paçal’a kemik, ekmek kırıntıları falan götürüyorum dışarı çıkarken. İnanın Paçal, yaptığım bu ikram için bırakın yalakalığı, kuyruğunu bile sallamıyor! Hatta yattığı yerden tek gözüyle bakıp öyle hareketleniyor!
Paçal, hayatıma yazdıklarım arasına girdi. Onu silmeyeceğim; söz! Adamdır Paçal, adam! Hem de sizin olamayacağınız kadar!