‘BEŞ TRENİ’ YA DA ‘KÂNİ KARABAL!’

 

 O artık yok! Kâni Karabal öldü!

Bu iki tümce sizin için hiçbir bildik çağrışım yapmıyor elbette ama benim için öyle değil! Bireysel tarihimde önemli bir yeri olan kişidir Kâni Ağabey!

Nereden başlayıp neler yazayım, nerede bitireyim bilemiyorum ama isterseniz “Yakışıklı!”dan başlayayım.

Hepimizin gençlik yıllarında olduğu gibi o da şık görünmeye çalışır, saçlarını düzenli tarar, kaytan bıyıklarını özenle keser, uzun yakalı gömleğini ve İspanyol paça pantolonunu ütülü giyerdi. O nedenle olsa gerek çevresi ona “Yakışıklı!” lakabını takmıştı.

 

Kâni Ağabey çoğunlukla atarlı konuşur, bağırarak tepki verirdi. Soruya soruyla karşılık vermek huyu vardı. Klasik “geçimsiz” tanımlamasını onun için rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kâni Ağabeye ilişkin anlatabileceğim ilk anım ilkokul birinci sınıftandır. Karakoç İlkokulunda öğrenciydik. O, beşinci sınıfta “koca adam” ben okula beş yaşında başlamış minik bir çocuk!

Okula varıncaya dek çamur çökek içinde yürür, okulun yakınındaki dereciği, üzerine konulmuş bir kütük köprüden geçerdik. İşte o köprüden geçtiğimiz bir gün ayağım kaydı ve dereye doğru uçarken havada asılı kaldım. Ensemden yakalayıp beni kurtaran kişiydi Kâni Ağabey!

Gençlik yıllarımızın çok özel ayrıntılarından olan mısır soyma imeceleri akşam saatlerinde başlar, gece yarısına kadar sürerdi. Kızlar mısır soyar, delikanlılar asma bağlardı. Hiç hilafsız ve açık ara bu işin ustası Kâni Karabal’dı. Biz en çok üçerli asma bağlarken o dörderli, beşerli ve hatta altışarlı asma bağlardı ki ağzımız açık kalırdık! O imecelerin usullerinden birisi de çiyli makarnaydı! İmece saat kaçta biterse bitsin ev sahibi büyükçe bir yer sofrası kurar, büyük tabak-sofra’da çiyli makarnayı ortaya koyardı. Bugün makarnaya olan düşkünlüğümün o yıllardan kaldığını biliyorum. İmece biter, sofra kurulur ama ara ki Kâni Ağabeyi bulasın! Orada sofraya oturmayı kendisine gurur meselesi yapar, bir yolunu bulup evden iner, sofraya gelmezdi. İmece biterken yaptığımız işlerden birisi de Kâni Ağabeyin kaçmasını engellemekti. Kimi kez başarılı oluyorduk ama çoğunlukla bir yolunu bulup tüyerdi!

Çok küçük yaşta annesini kaybetmiş, Devlet Demir Yollarındaki işini bırakan babası ne bulup yedirirse yer, ne bulup giydirirse giyerdi. Neyse ki çok ama çok yetenekli bir inşaat ustası olan Kâni Ağabey aynı zamanda çalışabilen bütün motorlu araçları ustalıkla sürerdi, bozulanları onarırdı. Yani geçimi için babasına çok da ihtiyacı yoktu. Kazanır harcardı.

Kâni Ağabey, emsalleri gibi TTK’ya girmeyi yeğlemedi. Hatta ısrarla reddetti ve baskılara direndi. O, Beş Treni adlı öykü kitabımdaki kitaba adını veren öykünün yaşayan kahramanıydı. Otuz beş yılı aşkın edebiyat yolculuğumda bu yaşıma dek bana ödenen tek telif parasını 100.-TL olarak bu öyküden kazandım. Anlayacağınız bu öykü ödüllü bir öyküdür. Bu öykünün ve ödülün gerçek sahibi Kâni Ağabeydi. Öykünün serüvenini ona anlattığımda bıyık altından güldü ve “Hadi bakalım, o zaman çayları söyle!” dedi. Rahmetli Ahmet Dedeyle (Ahmet Muslu) içtiğim kahve, oğlu Veyis Amca’nın (Veyis Muslu) elinden içtiğim çaydan sonra yaşamımda birlikte paylaştığım en güzel çay Kâni Ağabeyle içtiğim çaydı!

Kâni Ağabeyle son görüşmemiz iki, üç ay kadar önce oldu. Çaycuma Cumhuriyet Meydanında rastlaştık. Elinde bir torba ilaç vardı ve oldukça halsizdi. Selamlaştık.

Ooo!  Köylüm merhaba. Ne var ne yok? Nasılsın?

Ben yolcuyum! İyi değilim. Artık yolun sonuna geldim!

Dedim ya Kâni Ağabey dobraydı, sözü dinlendirmez öylece söylerdi.

Etme yahu! O ne biçim söz? Bak doktor sana ilaçlarını da vermiş…

Geç onları. Ben doktora dedim. Bana ilaç yazıp yazık etme. Ben kendimi biliyorum; benim işim tamam dedim.

Eee?

E’si! O da senin gibi söyledi. Aklı sıra bana moral verdi!

Yahu Kâni Ağabey; etme, eyleme…

Kes sesini! Ben ne diyorsam o! Hakkını helâl et!

Ağabey, benim sende ne hakkım olur ki? Hepten helâl olsun da sen ne biçim şeyler…

Benden yana da helâl olsun! Ben köye gidiyorum. Yavaş yavaş arabaya gideceğim…

Dedi ve yürüdü gitti! Sekiz on yıl kadar önce ağır bir by-pas ameliyatı geçirmiş ama kendini toparlamıştı.

Geçen hafta NK Şiir Evine gittiğimde sevgili dostum ve bacanağım Ramis Muslu geldi yanıma. Oradan buradan konuşurken sorduğum bir soruya; “Kâni’nin öldüğü gün!” diye başlayınca donup kaldım.

Kâni Ağabey ölmüş ve on üç kilometre uzağımdaki köyümden bana haber verilmemiş, cenazesine olsun katılamamıştım. Dondum kaldım. Ne düşüneceğimi, ne söyleyeceğimi bilemedim.

Sözü uzattım…

Sevgili Kâni Ağabey, dönüp dolaşıp aynı topraklara aynı yolla geleceğim güne kadar seni hem yüreğimde hem anılarımda yaşatacağım. Beş Treni öykü kitabım var olduğu sürece sen de yaşayacaksın.

Sevgili okuyucu, ben bir ağabeyi değil, içtenlikli bir dostu yitirdim. Kâni Ağabeyler azaldıkça daha çok yoksullaşıp yalnızlaşıyoruz.

Üzgünüm!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *